BAŞLIK Paragraf devam.........








                                                                             Herkese açık olarak paylaşıldı  -  19:51
 
HAYAT SANDALI

Hayat: ''Dengelerimiz ve dengeleyemediklerimiz'' arasında savrulup bocaladığımız bir süreç.
Kayıp bir rıhtımın kıyılarında aranıyoruz.
Ah o rapra zapta gelmez ruh, her an değişen vakit zaman tanımaz dalgalanmalar.
Kah sakin limanlardayız, kah rotası bilinmeyen, deli rüzgarların fırlatıp attığı kıyılarda...
Kendimiz için bir ''Yaşam İksiri'' hazırlayamadan geçip gidiyor hayat.
Bazen sihirbazıyız yaşamın, bazen başka büyücülerin elinde oyuncak.
Yaşam deyince neler canlanıyor oysa hepimizin aklında, ne inanılmaz fikirler, ne muhteşem düşler.
İşte orda, tam orada, olağanüstü bir yönetmen olmak mı gerekiyor...?
Yaşadıkça; uzunca bir süre dahi bir gölge gibi, beyin kıvrımlarımızda gezinen seyyahlarız, hatta kıvamlanan kurgulanan ne müthiş hikâyelerimiz var.
Ama hayata geçirebilmek aslolan.
Herkes Kaptan bu hiç bilinmeyen okyanusta, herkes Reis.
Galiba bir yere kadar hepimizin Reisliği...
Çünkü yaşadıkça görmekteyiz ki, bizden çok daha güçlü bir yönetmenin ellerindeyiz.

Ya her şey tersine dönerse bir gün!
Hoplayıp zıplarken kendinden son derece emin, gökyüzüne değil de yeraltına düşerseniz neler olur, hiç düşündünüz mü?
Aman Tanrım ne yaptın(m)?
-ların faydası olur mu...?
Onca *zik*zak çizerken, elbet rotadan çıkarız.
Ayarsız rotalarımız var, rotasız ayarlarımız, çünkü insanız hep şaşmaya kurgulu...
Varoluşumuz hakkındaki ilginç sonuçları okumaya bayılıyorum.
Aslında hep GERİLİM bizim yaşam öykülerimiz.
Çok düşünmek zihin yoruyor ama düşünmeden de olmuyor, çünkü BEYİN asla dur-muyor dur-durak - tanımıyor...!
Sonunçta almak yerine hep vermeye odaklı insan yaşamı.
Oysa daha en başlarda, sade, akıcı, nefes kesen, nasıl desem yalanıp yutulmalık olduğunu düşünmüştüm yaşamın.
Öyle değildi.
Anladım.
Yoğun bir anlatıma, işi eğlenceye vurmayan ciddi bir gerilime ve zihni zorlayan hırpalayan bir tempoya sahipmiş meğer şu bizim adına yaşam dediğimiz sahne.
Çabucak biter görünüp, çok ağır geçen bir tempo.
Zihni yorduğundan, uzun süre başında durmak zor, ama bıraktığınızda kayıplar bir o kadar derin oluyor.
Dolayısıyla kaçmak imkansızdır yaşamın getirdiklerinden.
Ve götürdüklerinden!
Daha önce altta da kısaca değindiğim gibi; o kadar kompleks bir kurgu yaratılmış ki bizden, biz bilmeden (çok daha farklı şekillerde de özetlenebilir, ana rahmine düşmeden vs) ama ben kısaca, (*)Yönetmenin ellerindeyiz, deyip geçiyorum.
Minik bir ışıkla başlayıp yavaş yavaş sahneyi aydınlatmak.
Bu da bu şahane Hayat Sahnesini, biraz daha yorucu kılıyor.
Atmosfer genel anlamda *Sisli, bazı kısımlara gelindiğinde psikolojik travma geçişli, hiç akla gelmeyen anda son derece neşeli...
Ya bu oyuna dahil olup zevkini çıkartmalı, ya da müdahil olmadan iyice karartmalı sahneyi...!
Sözün özü, şahane bir iş çıkarmış (*)YÖNETMEN.
Final ise herkesin kendi yorumuna kalmış.
Çok az kişi doğru yolu bulabilir.

Bazıları bulduğunda farkına varamaz, bazıları ise bulmayı dahi istemez.
İçeri girebilenler, dışarıda bırakın her umudu.
Çünkü bir büyücüyseniz ve yaşam umurunuzda ise bela sizi mutlaka gelir bulur...

Hiç şüphesiz bir başka âlemin bekleme odası olan bu dünyada tam manası ile mutlu insan yoktur. Aslında insanlar ikiye ayrılırlar; aydınlıkta olanlar ve karanlıkta olanlar…
Karanlıkta olanların sayısını azaltmak; işte en büyük hedef…
Bu yüzden ilim ve eğitim diye haykırıyoruz.

Pazar gününden notlarım
Mihrişah Azaklı

RASTGELE

Desem ki....

Dursam mı bir yerde, durakalsam mı gücüm yetmediğinde...
Bir tarafıma bir sızı saplanmışken?
Avuçlasam mı hasreti, yoksa kucak dolusu sarılsam mı? Ağlasam mı dudak kıvrımlarıma inerken yaşlar, ya da bir tebessüm alıp 3 kuruşa, taksam mı gözlerime?
Kanayan güller mi dersem demet demet bilmem ki beyaz güllere inat.
Ya da şu dertlerimi bastırıp sabrımın en sabırlı yerine, alıp başımı gitsem mi?
Ölümü sevsem mi yoksa yaşarken yaşadıklarımdan vazgeçip, Ya da sıkıp yumruklarımı rest mi çeksem göğsümü gere gere ölüme... Sussam mı sesim çığlığa dönüşmüşken isyanlarımdan bir akşamüstü, Yoksa sabahımı beklesem onca yıldız inerken günün koynuna yavaş yavaş... Bende mi gitsem bırakıp ta her şeyi sevdasına koşan mecnun misali, Yoksa firavun gibi tövbemi etsem tüm günahlarıma ölüm düşerken başucuma... Vedaları sevmem deyişimden mi aklına gelmişti usulca çekip gitmek... Yoksa planlı bir eylem miydi bu? İzin ver bende uzanayım içim titremişken sonbahar da toprağın koynuna, Ya da sende bırakma sonbahar diye, olsun yine de sonu bahar ya... Konuşmak; ihanet bir san'attır sadakatse zanaat biri zamanla öğrenilir diğerine, yetmez saat... Kefen cebine kürekle para hazirlamakta o Mhrisah! Arkasi Israfil, önü Azrail Sag cenupta da son melek ...sana kalansa biraz toprak bir kürek ...Ya hiç olacak,ya raziysan "çeyrek" birak herseyi Münker ve Nekir'e Göm bakalim Mihrisah... Tükenerek... Hakkımda:Yasam bana verilmis bir sans ve hayat çok güzel... öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki,ne sevebilir,ne terkedebilirsiniz.. kör kütük bağlanırsınız..en güzel yıllarınız,acı tatlı hatıralarınızın ortağı olur.. iç çekişlerin nedeni,yazıların ilhamı,sohbetlerinizin konusu olur çok zaman.. göz yaşlarınızda,bilinçaltınızda,kahkahalarınızdadır.. korkunca saklandığınız sığınak,çarpinca öptüğünüz bir bayrak.. sevdamızdır taşıdığımız riyasız ve çıkarsız.. karşılıksızdır,sınırsız ve nihayetsiz.. "ölmek var,dönmek yoktur". gün gelir anlarız,içten içe bir seylerin kanadığını.. tutkulu sevdaların gizli hançerleri başlar parıldamaya.. şurasından burasından eleştirmeye koyuluruz.. tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümcül olur biliriz.. içimizde bir yerlerde giderek büyüyüp gelişen gür bir ses duyulur.. "ya sev böyle,ya terk et" !.. diye son avazıyla... o zaman daha bir farkındalıkla anlaşılır,bir çaresiz "aşktır" bu yaşadığımız.. *ne onunla olur,ne onsuz*... Ve anlar insan yasamin ne denli kiymetli oldugunu...!

SESSIZLIK

SESSIZLIK;

Sessizliğim bir kabuğun kırılmış gürültüsü simdi.
Denizindeki her bir çizgi, soluklaşmış...
Bir çocukluğun kirpikleri gibi açılıp kapanır kapatir kapilari. Sonrasını düşünmeyi keserim aniden...
Aniden, yaşadıklarım çok uzamış bir yol gibi biter.
Gövdemden kopan gölgem, yüzüme yansır...
Ayrılık bir kapının bekçisi, bu son baharı hiç unutturmayacak. Şimdi kanımda dolaşan, düş kırıntılarıyla boyadığım sakinliğim.
Demir bıçak, tüpsüz derinlik...
Siyah hüzünlerimle ben asmalara bagladim bag bozumlarimi Kopmuş damarlarim
Hazinesiz sandıklar da kaniyorum...
Kendim için batık bir gemi silüeti seçtim.

Genevre kayip bir gün...

Mihrisah Azakli

Eski zaman uçakları

Eski zaman uçakları
Hiç duydunuz mu, hiç dinlediniz mi? Bir gece yolculuğunda bir ara yola saptınız mı hiç? Duruverdiniz mi orada öylece? İndiniz mi arabanızdan aşağı? Hayır mı? O zaman ben anlatayım size neler olacağını. Önce sağır olduğunuzu düşüneceksiniz. Acele etmeyin, bekleyin. Sessizliğin sesi sarıverecektir sizi yavaşça. Ve birdenbire fark edeceksiniz gecenin daha önce hiç duymadığınız seslerini. Bir yaprağın açılırken çıkardığı ses, bir böceğin sesi, uzaklarda öten bir baykuşun sesi. Ben küçükken bir gece dedem demişti ki; yeterince sessizse ortalık ve yeterince dikkatli dinlemişsek duyabiliriz yıldızların sesini... Evinizde bile başarabilirsiniz bunu. Gecenin ilerlemiş saatlerinde trafik gürültüsü durduğunda fark edeceksiniz evinizdeki ´sessizliğin sesini´. Son sayım gününü hatırladınız mı? Geçen bir arabanın ne kadar gürültü yaptığını? Peki hiç kendi içinizde yaşadınız mı, duydunuz mu kendi ´sessizliğinizin sesini´? Sessizlik terk ediş değildir, sessizlik kaçış değildir, sessizlik teslimiyet değildir, onaylamak da değildir hiç bir zaman. Fark ettiniz mi? Sessizliğin bir başkaldırı, bir direniş, bir çığlık olduğunu, bir sitem, bir reddediş olabildiğini duyabildiniz mi?